Youtube'ta, Melis Danişmend’le "her şey yolunda"ymış gibi davranmanın ağırlığını ve bir "neşe törpüleyici" (joykill) olma sorumluluğumuzu konuşuyoruz. Sohbetimiz H2000’lerden Rock’n Coke’lara, kültür sanat ortamının değişiminden, Aşk-ı Memnu üzerinden okuduğumuz Türkiye manzaralarına ve eski Beyoğlu'na uzanıyor.
İ. M: Hoş geldiniz. Apaçık Radyo'nun YouTube kanalındayız. Yeni bir mecra bizim için, epey heyecanlı. Bu ilk dönemimizde, tanıdık bir yüzle olmanın rahatlığı var diyelim.
M. D: Teşekkürler.
İ. M: Melis hoş geldin.
M. D: Bende de rahatlık var o sayede. Burası benim için çok tanıdık bir yer.
İ. M: İyi ki buradasın, çok teşekkür ediyorum.
M. D: Ben teşekkür ederim davet ettiğiniz için.
İ. M: Aslında şöyle düşündüm; Apaçık Radyo'yu biraz Melis Danişmend’e benzettiğimi söylemem lazım. Seni ilk Gazete Kadıköy'de gördüğümde çok şaşırmıştım. Daha sonra podcast kanalını dinledim. Sonra bu söyleşi için etrafı biraz daha kurcalarken YouTube kanalını da gördüm. Ama en nihayetinde, "Ben çok eskiden Melis'in dinleyicisi değil miydim?" diye düşündüm. Aslında Melis bir müzisyendi.
Aynı Açık Radyo gibi; doksanlarda bir radyo olarak başlıyor hayatına, sonra podcast diye bir şey çıkıyor, oraya gidiyor. Sonra diyorlar ki "Sosyal medyada Twitter kapanabilir, insanlar haber okumaktan çekiniyor," hop newsletter (bülten) yazmaya başlıyoruz. Elimizde ne varsa meramımızı anlatmaya çalışıyoruz. Havalı terimlerle işte, bu hikâye anlatıcılığının ne yolu varsa...
M. D: Kullanıyoruz.
İ. M: Kullanıyoruz, evet. Sen de hepsini yapıyorsun hakikaten. O açıdan bu kanalın derdini en iyi anlayabilecek insanlardan biri olduğunu düşünüyorum.
M. D: Tabii ki. Ve vazgeçmiyoruz ortak noktalarımızdan; her şeye rağmen, değirmenlere karşı.
İ. M: Şuradan başlamak istiyorum. Geçen Gazete Kadıköy'de "erkek dadılığı" üzerine bir yazını gördüm.
M. D: Ha evet.
İ. M: Şey, tabii ki öylesindir... Zaten medyada olmak, bir gazetede yazmak gündemi çok iyi takip etmeyi gerektiriyor ama bu mankeeping (erkek dadılığı) tartışması çok da eski bir tartışma değil. İşte dedim, budur yani gazetecilik: Hemen gündeme taşımak.
Ben de başka bir kavramı gündeme taşımak istiyorum burada: Bu joykill (neşe törpülemek) meselesi.
Şimdi, sen sahnenin çok parlak, sevilen simalarından ve seslerinden biriydin, hâlâ da öylesin. Ama bir de meselenin arka yüzünü anlatma işi sana düşüyor. Burada insanların neşeyle katıldıkları, takip ettikleri bir simayken; “Arkadaşlar, meselenin başka bir boyutu da var” deme sorumluluğu sana ne hissettiriyor? Sıkmıyor mu canını bütün bunları yazıyor olmak? Neşe törpüleyicilik...
M. D: Çeşitli mecralardan bunu dile getiriyor olma kısmını diyorsun, değil mi?
İ. M: Evet, aynen öyle.
M. D: Ya şöyle; şimdi bunu dile getirmesek şişeceğiz açıkçası. Bunu dile getirmeden durmamızın imkanı yok bence. Çünkü çok direkt olarak etkiliyor hepimizi. Bir yandan da müziğin çok birleştirici bir gücü, çok pozitif bir tarafı var biliyorsun ama içinde bulunduğumuz ortamda bu mesleği icra ederken inanılmaz zorluklarla karşılaşıyoruz. O yüzden her şey böyle sütlimanmış gibi yaşamak ve aynı zamanda öyleymiş gibi göstermek mümkün değil.
Öyle göstermeyi tercih eden insanlar, bazen eski ekoller öyledir ya hani... Her şey çok iyi gidiyor gibidir ama bence yeni dünya düzeninde, belli bir yıldan sonra geçerli bir şey değil her şeyin çok pozitif olduğunu göstermek. Ben hep şeye inandım; "Show must go on" lafı vardır biliyorsun...
Ben 20'lerimden beri o cümleye aslında bir yandan da katılmazdım. Çünkü elbette her zaman sahneye çıkmak durumundasın. Ben de şartlar ne olursa olsun, hastayken de bir kayıp yaşadığım zaman da hep sahneye çıkmayı tercih ettim. Ama her şey mükemmelmiş, her şey çok iyiymiş gibi yansıtmak bana çok insani gelmiyor.
İ. M: Dürüst de değil.
M. D: Evet, hepimiz pek çok şey yaşıyoruz. Tabii ki gelen insanları rencide ederek ya da geçirdikleri en kötü günü yaşatarak, onlarla bir dram yaşamaktan bahsetmiyorum. Ama eğer içimdeki duygu o gün herhangi bir şeye bağlı olarak çok iyi durumda değilse, ben bunu paylaşmayı tercih ediyorum. Onları cezalandırmak değil kastım, ama beraber bunu yaşamak ve üstesinden gelmek.
Çünkü kimi zaman da benim şarkılarım dinleyicinin yardımına koşuyor, bir yara bandı gibi. Çeşitli zor dönemlerin üstesinden gelmelerini sağlıyor. O yüzden o anlamda ben açık olmayı, "apaçık" olmayı tercih ediyorum.
Soruna dönecek olursak; bir yandan da işte gazetede köşe yazarlığı yaparken, podcastte ya da kitabımda, sektörde yaşadıklarımızın en açık taraflarını anlatmaya çalışıyorum. En son Gazete Kadıköy’de “Müzik Sektöründe Orta Sınıfın Ölümü” diye bir yazı kaleme aldım mesela.
Tam da bunu anlatıyordu. Artık Türkiye'de pek çok konuda olduğu gibi iki ayrı uca bölünmüş durumdayız. Ortadan gitmeye çalışan, var olmaya çalışan, ayakta durmaya çalışan pek çok müzik işçisi maalesef bunu gerçekleştiremiyor.
İ. M: Tabii.
M. D: Ya çok popüler arenalarda sahne alan çok popüler isimler, ya da işte Kadıköy gibi daha o minik düzeni kabullenen müzisyenlerin olduğu bir sisteme doğru gitmeye başladı. İşte bunları kaleme almaya çalışıyorum çünkü gerçekler bunlar. Çok uzun cevap verdim sanırım ama sorunun cevabı oldu herhalde.
İ. M: Bir sürü şey de düşündürttü bir yandan. Son yazını düşünerek de; müzikte orta bandın kalmayışı, ya en yukarıda ya da daha mikro yatay örgütlenmelerde kendini var edenlere ilişkin müthiş bir tespitti. Bence önemliydi ve bir alarmdı da.
Bir de şunu düşündüm; dediğim gibi kimileri eski usul konuşmamayı tercih edebilir, "Show must go on" dedin. Ama galiba geldiğimiz nokta itibariyle bu sadece nesillerle de bağlantılı değil, kimse artık "Kol kırılır, yen içinde kalır" demeye de razı değil.
M. D: Evet. Kalamıyor da zaten, artık taşıyor.
İ. M: Evet, kalamıyor da zaten, taşıyor. Onun ne olduğunun konuşulması, tam olarak sanatın etkisine ilişkin inancımızın ne olduğuyla alakalı.
M. D: Bir de ben bunu daha gerçek buluyorum. Ben hayatta ilişkilerle ilgili de aynı şeyi düşünürüm. Ne varsa bence ortaya konulmalı. Bu dünya düzeninde açık olmakta fayda var.
İ. M: Bir yandan senin yıllardır şarkı söyleme halin de bu açıklıkla çok yakın. Geçen gün Yavuz Çetin anma konserinden sonra bir metin paylaşmışsın. Orada, o şarkının sana en dokunan kısmının yılları nasıl aşıp bugüne geldiğinden bahsediyorsun. Ben de Yavuz Çetin konserinde çok etkilendim. Yavuz Çetin aramızdan ayrılalı neredeyse çeyrek yüzyıl olacak. Fakat ben Açıkhava’da bu kadar kuvvetli bir kitleyi uzun süredir gördüğümü hatırlamıyorum.
M. D: Evet, çok etkileyiciydi.
İ. M: Bu şarkının gücü, başka da bir şey değil.
M. D: Şarkının gücü, sanatçının gücü... Orada bir araya gelen insanların gerçekten hissederek orada olmaları... Seyircinin çok büyük rolü vardı o gün Harbiye Açıkhava’da. Gerçekten müzik dinlemeye gelmiş, eskiye özlem duyan bir seyirci olduğunu da gördüm. Belli bir dönemi anan bir kitle vardı orada.
Çünkü bazı şeyler artık yerine koyulmayacak kadar değiştiği için, o günleri hissetmek insanların çok hoşuna gidiyor. Kendilerini hâlâ böyle iyi ve saf hissediyorlar ben öyle düşünüyorum. Ve her şeyin hâlâ iyi olabileceğine inanıyorlar sanki. Bunu "Hayır olmayacak" gibi bir tonlamayla söyledim belki ama, hepimizde bu umut ne olursa olsun içeride bir yerde durmak zorunda. O yüzden bence o atmosfer...
Ben sahne arkasındaydım doğal olarak. Fakat kendi performansım bittikten sonra hemen kendimi dışarı, seyircinin arasına attım ve şunu hissettim: "Keşke bu geceyi ben seyirci olarak yaşasaydım." Çünkü seyirci tarafından görünen bütün o orkestra, İBB Senfoni, tüm katılanların performansları... Ben sahne arkasından ancak yarısını görebildim ama seyirci tarafından izlenince gerçekten olağanüstüydü. Gözleri nemli hale getiren bir atmosfer vardı.
İ. M: Evet, müziğin gücünü hissettiğimiz çok büyük bir andı. Bu, aklıma tekrar Gazete Kadıköy yazılarını da getirdi. O ritüel gibi geçen müzik buluşmalarından yeni neslin ne kadar bihaber olduğu... Yeni yetişmekte olan müzikseverlerin ya da müzisyenlerin sürekli bir şeyleri tırmalamak zorunda kalması, sürekli bir şeylerin yokluğundan bahsetmekten gına gelmesi... Bir yandan da işte H2000, Rock’n Coke...
Şimdi, bugünlerde daha çok bunlar da dönmeye başladı. "2000'ler başı Türkiye'de ne acayip, ne kuvvetliymiş" diye.
M. D: Böyle seriler yapılıyor ya Instagram'da, görüyorsundur; o dönemi anlatan çeşitli seriler oluyor.
İ. M: Evet o seriler insanı biraz hakikaten paralel evrende yaşıyormuşuz hissine sokuyor ama o zamanları konuşmanın ya da yaşatmanın nostaljiden başka da bir anlamı olmalı bence.
M. D: Yüzde yüz. Ben bunu "boomerlık" olarak da görmüyorum. Boomer olabilirim, olacak yaştayım ama kafa yapısı olarak buna karşı çıkıyorum. O kadar dramatik ve üzücü şekilde bazı şeyler yok oldu ve değişti ki... Kültür korunabilseydi -bu sadece bizim suçumuz değil, bu bir politika zaten- mekanlardan tutun zihniyete kadar desteklenen bir alanda olsaydık, bizim bu kadar serzenişte bulunmamız gerekmeyecekti.
BBC'nin de pek çok yayınını takip ediyorum. Yurt dışında bu kadar çok serzeniş, bu kadar çok "Ah vah, ne kadar güzeldi eski yıllar" diyen insanlar o kadar da yok. Bunun bir sebebi var; çünkü 50 yıldır, 100 yıldır, kimi zaman da 300 yıldır var olan mekanlar orada durmaya devam ediyor. Biz de isterdik öyle olmasını ama buranın Rock’n Coke gibi, H2000 gibi birkaç gün süren o çaptaki festivalleri artık yok ya da yok olmak üzere.
O yüzden laf dönüyor dolaşıyor, o zamanların kültürel anlamda daha doyurucu olduğuna geliyor. Genç arkadaşlarımızla konuşurken -yazımda da yazmıştım bunu- gerçekten büyük bir gıptayla ve gözleri açılarak "Siz H2000’leri gördünüz mü?" diyorlar. Ben ilk başta kalıyorum, çünkü bizim için çok normal bir şeydi. Yani normal derken; elbette bir çaba gösteriyorduk, öğrenciler harçlıklarını biriktiriyordu, sponsorluklar başkaydı ama erişilebilir şeylerdi.
Şimdi o genç müzisyenlerin bu kadar gıptayla bakması beni iyi hissettirmiyor. Ben o dönemi gördüğüm için iyi hissetmiyorum, arkadaşlarım göremediği için üzülüyorum. Artı, bunun bu kadar büyük bir mesele olduğunu düşünmüyorum; çok kolay şekilde olmalı şu anda bu. İdeal bir dünyada. O yüzden arkadaşlarımın gıptayla konuşması, onların müzikal zenginliği açısından da çok yorucu ve üzücü bir şey.
İ. M: Belki de bir değişim mümkün olur. Talebeye her zaman inanıyorum. Hâlâ inanmak istiyorum. Bu radyo yayınlarının, YouTube yayınının da sebebi o zaten.
M. D: Yoo dile getiririz, getiriyoruz zaten. Son yazımda Aşk-ı Memnu ile başlamıştım konuya.
İ. M: O çok doğru.
M. D: Okumamış pek çok kişi vardır, konuya tekrar Aşk-ı Memnu'dan gireyim. Ben Aşk-ı Memnu’yu tekrar izlemeye başladım. Zamanında izleyenlerden değilim, 2008-2009 döneminde izlemediğim gibi, izleyenlere de biraz burun kıvırıyordum. İlk izlediğimde 2021 yılıydı.
İ. M: Pandemide.
M. D: Evet, 2021'de ilk kez izledim ve hayran kaldım. Müthiş bir dizi bence. Yakın zamanda Instagram'da önüme düşen videolardan ötürü "Ya ben bunu bir daha izleyeyim" dedim. Yaz başı gibi tekrar başladım, şu anda 80'e yakın bölüm var, 60. bölümde falanım. Buraya gelmeden bile bir bölüm izlemiştim.
İzlerken... Aradan tamam epey zaman geçti ama bir yandan da hiç büyük bir zaman değil bahsettiğim. 2008-2009'dan bahsediyoruz. Ne kadar çok şeyin değişmiş olduğuna inanamazsın. İzledin mi bilmiyorum ama yaşamın o zamanlar televizyonda nasıl gösterildiğine şoka giriyorsun. Başka bir dünya gibi. Bu çok basit bir örnek ama bir yandan da o kadar basit değil; çok kilit, köklü şekilde bazı şeyler değişmiş.
Radikal gazetelerini ben hâlâ saklıyordum. 2002-2006 yılları arasında çalıştım orada. En son taşınırken bir blok gazete taşımaktan yoruldum ve kendi yazdığım kısımları kesip bir dosya oluşturmak için temizlik yaptım. Radikal Cumartesi'de kültür sanat sayfalarına iş yapıyordum. İnanamıyorsun okuduğun şeylere... Etkinlik sayısından tut, tam sayfa içki markası ilanlarına kadar... O zamanki siyasi iklimde yazılan eleştirilere kadar gerçekten şoka giriyorsun.
İ. M: Tabii ki, nereden nereye geldik... İnsan izliyor.
M. D: Nereden nereye geri döndük.
İ. M: Geri döndük ya da ne kadar geriledik hakikaten. Aşk-ı Memnu'yu izlerken bile insanın zihninde bu tüm kültürel ve politik referansların zuhur etmesi ne acayip bir durum.
M. D: Bu sabahki bölümde Nihal ile Behlül arasında yeni bir şeyler oluşmaya başladı. Nihal Behlül'e diyor ki; "Ya akşam Tünel'de konsere gitmeyecek miydik?". Bihter diyor ki "Canım bardaki konser gece 12'den önce başlamaz, önce bizimle program yapın." Tünel'de konserler olurdu gerçekten, barlarda falan. O zaman bar da vardı Tünel'de.
İ. M: Beyoğlu Hayal Kahvesi’ni hatırladım sen konuşurken.
M. D: Mojo... Biz yıllarca çaldık.
İ. M: Mojo, yıllarca çaldığınız oralar ne kadar canlıydı, nabızdı hakikaten.
M. D: Pavyon şu anda biliyorsun. Evet, maalesef.
İ. M: Evet, bolca...
M. D: Bence şöyle; ben buna maalesef demiyorum. Her şey olsun. Kültürel çeşitlilik böyle bir şey değil mi zaten? Türkü bar da olsun, pavyon da olsun, rock bar da olsun, caz mekanı da olsun. Ama ibre sadece tek bir tarafa kaydığı vakit, benim bununla ilgili derdim var. Tek bir şeye kayıyor olamaz.
İstanbul gibi koskocaman bir şehirde, herkese hizmet edecek bir platform, alan olması gerektiğine inanıyorum. Yurt dışı örnekleri böyle. Tek tipleştirildiğinde problem başlıyor.
İ. M: Evet, Tünel'de o sahneler de kalmalıydı.
M. D: Mojo'da, orada değilse de... Bir arada, yan yanaydı zaten. Türkü barla Mojo yan yanaydı. Her şey vardı.
İ. M: Tabii, tabii. Birbirini dışlayan ortamlar değildi.
M. D: Ah! Ah!
İ. M: Peki bambaşka bir yerden devam edelim. Geçmişi almadan olmayacak bir biçimde ama...
M. D: Ben kendime zaten "nostalji gazetecisi" diyorum artık.
İ. M: Öyle mi diyorsun?
M. D: O zamanları yazmak istemiyorum aslında.
İ. M: E bir yandan da Gazete Kadıköy'de izliyorsun. Gazete Kadıköy o kadar sıra dışı bir şey oldu ki... İsmi bir semt olan, matbu olarak ücretsiz dağıtılan bir yayın. Aman Tanrım, bu nerede karşılığı olan bir şey hakikaten? Onlara da bir selam etmiş olalım.
Bu yaz nasıl geçti onu sormak istiyorum sana. Temmuz ayında bir postunu görmüşüm, hatırladım. Çalışıyorsun. Ağustos ayında tatil yapıyor gibisin ama yine çalışıyorsun. Sanırım bu yaz Bodrum'da bir sahneyle de teşrik-i mesain vardı.
M. D: Evet.
İ. M: Bodrum önemli geliyor bana şu anda. Orada çevre genişliyor, sahneler çoğalıyor. Ama bu hareketin arkası da var, onu çok konuşmuyoruz. Sen bunu bir yerde konuşuyorsun. Modern Gurbet’te de bu konuyu iyice kapsamlandırıyorsun. Nasıl geçti bu yaz Bodrum? Sen eskiden beri gider misin?
M. D: Ben Bodrum'a çok küçük yaşlardan beri gidiyorum. Hem yeri farklıdır bende, hem pek çok tanıdığım, dostum var. Bir de ben aidiyet duygusuna önem veren bir insanım; gittiğim yerlerle bağ kurarım. Pandemi yılında plansız şekilde orada yaşamaya başladım. Bir arkadaşım road trip yapıyordu, "Sen de gel" dediğinde büyükçe bir tatil bavuluyla gittim ve o bavulla bir buçuk sene kaldım. Yıkayıp yıkayıp giyerek...
İlk kitabımı, Büyümeyenler’i orada bitirdim. O yüzden Bodrum'a bir vefa borcum var gibi gelir. Bana çok ilham verdi, bazı şeylerden arınmamı sağladı.
Bu sene de Gümüşlük'te bir mekanın etkinlik direktörlüğünü üstlendim. Alper Bahçekapılı ile beraber yaptık. Çok yoğun bir mesaiydi ama hiç şikayetçi değilim çünkü çok istediğim bir şeydi.
İ. M: Bodrum'a bir şey vermek gibi biraz da.
M. D: Yani aslında sahne alacak 30'a yakın ismin listesini; hep sevdiğimiz, sahnede görmeyi istediğimiz isimlerden oluşturduk. Bodrum'da bazı mekanlar daha çok cover ve eğlence mantığıyla ilerler. Bizimki biraz daha albümlü, kendi müziğini yapan sanatçılardan bir teşekkürdü.
İ. M: Gayet iyi. "Kavuşma" formatında da geçmişti, dinleyicilerin buluştuğu...
M. D: Ben de sahne aldım, bir gün ben de konser verdim. O yüzden yoğun ama güzeldi. Ben çalıştığım zaman hep mutluyum. Boş olduğum zaman işe yaramaz hissediyorum kendimi. Bizim gibi insanlar fazla düşünmeye müsait, kafa boş olunca tehlikeli oluyor. Ağustos'tan sonra Fethiye'deki konserimle birleştirip kendime ufak bir tatil de yarattım neyse ki.
İ. M: Hiç olmazsa evet. Çünkü sezon hareketli. Yine de insan "Of İstanbul'dan vaz mı geçtik?" diye paniklemiyor değil. İstanbul'dan o zorunlu çıkış konusu da kanırtıyor biraz.
M. D: Orada çok akın var ama çok ciddi bir su ve altyapı problemi de var. Trafikten her şeye kadar... Biz büyükşehirliler aslında orayı istila ediyoruz. Göç bile denmez. Yerlisi olmayan ama 10 yıldır orada yaşayanların, yeni gelenlerden şikayet etmesine çok gülüyorum. Biz orayı esas mahvediyoruz, klasik hikâye.
Ama artık en büyük mutluluklarımdan biri apartman görmemek. Gökyüzünü her yerden görebilmek. Ben doğacı bir insan değilimdir, büyükşehir insanıyım, Kadıköy'de doğup büyüdüm. Ama Kadıköy'ün bile o kazulet binalarla gölgelenmesi yoruyor insanı. Oraya gidenler de gündemden soyutlanmak, kurtulmak için gidiyorlar.
Yine de hiçbir şeyin istikrarlı olmadığı bir ülkedeyiz. "Korkuyorum" dedin ya, korkmana gerek yok çünkü değişim an meselesi. Ege'de sahne alacak mekan da az kaldı. O yüzden bir şey için çok uzun süre üzülmenin geçerli olmadığını düşünüyorum; sen ağlarken arkada başka bir şey dönüyor olabilir.
İ. M: Peki. Büyüyemeyenler’den sonra neler oluyor? Yazıyorsundur gizli gizli.
M. D: Yazıyorum. Bilerek Bodrum'da başladım yine, totem gibi. İlişkiler üzerine yazıyorum. Yarı kurgu, yarı kurgu dışı olacak bu sefer. İçinde beni heyecanlandıran detaylar olacak. Sadece ben yazmayacağım, gerçek röportajlar yapıyorum. İnsanların ağzından dinleyeceğimiz gerçek hikayeler. İlk defa da burada, bir kayıtta açıklıyorum bunu.
İ. M: Çok güzel. İşte bu, Apaçık Radyo’da ilk kez duyuyoruz!
M. D: İlişkileri dinlemeyi, o farklı dünyaları, travmatik geçmişleri psikolojik açıdan incelemeyi seviyorum. Bir de şu Instagram dünyasındaki "kocişim, karişim" mükemmelliğinin arkasında dönen dramlar çok ilgimi çekiyor. İnsanlar kusursuzluğu bir başarı olarak görmeye kodlanmış. Boşanınca veya yalnız olunca "hatalı ürün" değiliz. Ben yine işin açık tarafını yazmak, ilişkilerin ipliğini pazara çıkarmak istiyorum.
İ. M: Ve bunu da bir gazeteci titizliği ile yapacaksın.
M. D: Evet. Biraz hızlanmam lazım. "Sabah 6'da kalkıp yazarım" diyen disiplinli yazarlardan değilim, ilham gelince yazan biriyim. Ben kendime "yazar" demiyorum zaten, hikâye anlatıcısıyım. İstediğim şey, insanların okurken "Oh be, yalnız değilmişim" demeleri. Çünkü pek çok şey, gerek kutsallık gerek kusursuzluk beklentisi sebebiyle konuşulmuyor.
İ. M: Konuşmaya devam ederiz diye umuyorum ben de. Apaçık Radyo'da, YouTube'ta ya da radyoda... Çok teşekkür ediyorum açıklıkla konuştuğumuz için.
M. D: Ben teşekkür ederim. Her zaman çok güzel oluyor burada yayınlarımız.
İ. M: Çok teşekkür ediyoruz. Bizi izlediğiniz için; Apaçık Radyo'nun YouTube kanalında Melis Danişmend’le birlikteydik.

